15 Ocak 2011 Cumartesi

Avrupa'nın istemediği dahilî Şark


Geçen yılın son günlerinde Alman hükümeti, ülkede yaşayan ‘yabancılara’ ilişkin iki araştırma raporunu kamuoyuna sundu. Almanya'nın Entegrasyondan Sorumlu Bakanı Maria Böhmer'in “Almanya’da Yabancıların Durumu” başlıklı raporu yayınladığı gün (19.12.2007), sanki ısmarlanmış gibi Alman İçişleri Bakanlığı’nın mali desteği ile Hamburg Üniversitesi Kriminoloji Enstitüsü tarafından hazırlanan “Almanya’da Müslümanlar” başlıklı 515 sayfalık bir diğer araştırma, Alman İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble tarafından kamuoyuna tanıtıldı. Böhmer'in yabancıların durumuna ilişkin raporunda, Almanya'da göçmenlere kişisel gelişmelerinde, eğitimde ve çalışma hayatında şans verilmediğinin altı çiziliyordu. Adeta Almanya'nın göçmen politikalarındaki bu olumsuz tavrını temize çıkarırcasına İçişleri Bakanı Schaeuble da kendi raporunun sunumunda, Almanya’da “ciddiye alınması gereken İslamcı bir radikalleşme potansiyelinin giderek geliştiğini” ifade etti.

İkinci araştırma Alman medyasında yoğun tartışmalara yol açarken, Alman kamuoyunu yönlendiren yayın organı olarak bilinen ve sosyal bilimcilerin sayısız araştırmalarında, bilhassa İslam'a dair yayınlarından dolayı ırkçılık suçlamasına maruz kalan Der Spiegel dergisi, İçişleri Bakanı'nın sunduğu bu rapora “mal bulmuş mağribi gibi” sarılmakta bir an bile tereddüt etmedi. Haber, derginin ülkenin en çok okunan internet haber sitesinde “500 sayfalık siyasi patlayıcı”[1] ana manşetiyle verilirken, Almanya’daki Müslümanların yüzde 40’ının fundamentalist (kökten dinci) eğilimler taşıdığı, yüzde 14’ünün ise şiddet yanlısı olduğu öne sürülüyordu.

Her ne kadar araştırmayı hazırlayanlar, Almanya'daki Müslümanların büyük bir bölümünün demokrasi karşıtı olmadığını söyleseler de, namaz kılmak, oruç tutmak, kadınların başörtü takması, domuz eti yememek, alkol içmemek araştırmada “fundamentalist” olarak damgalanmaya yeterli sebep sayılıyor. Maksadın hasıl olduğu, Der Spiegel dergisinin ve ülkede İslam karşıtı diğer medya ile 11 Eylül 2001'den bu yana başımıza “terör uzmanı” kesilen bazı islambilimci ve siyasetçilerin tepkilerinden de anlaşılıyor.

İktidardaki Hristiyan Demokrat Partisi'nin (CDU) “İslam Uzmanı” Kristina Köhler, Der Spiegel dergisine, biz zaten bu kadar kökten dinci olduğunu biliyorduk bâbından beyanat verirken, İslam karşıtlığıyla tanınan İslambilimci Claudia Dantschke ise, Müslümanların radikalleşmesinin, Müslümanların maruz kaldıkları dışlama ve ayrımcılıkla açıklanamayacağı iddiasını ileri sürdü. Bu iddianın vermek istediği asıl mesaj, 'İslam'ın kendisinin sorun olduğu ve şiddetin İslam'ın yapısına içkin olduğudur'. Dantschke'nın söylediklerini farklı okursak, şöyle anlamak mümkün: “Biz, Müslümanları Almanya'da el üstünde tutsak bile, onlar Müslüman oldukları için her zaman sorun olmaya meyillidirler”. Yani Dantschke'ye göre sorun, İslam'ın ta kendisi.

Özel olarak Alman, genel olarak Batı[2] kamuoyunda İslam'ın algılanması, bir yanda 'geri kalmış', 'irrasyonel', 'despotik' ve 'fanatik' İslam ile diğer yanda 'hür', 'uygar', 'rasyonel' ve 'seküler' Batı arasındaki kutuplaşma üzerine kuruludur. Yukarıda anıldığı gibi dinsel vecibelerini yerine getirmesi bile bir Müslümanın “fundamentalist”olarak damgalanmasına yeterken, Batı'nın üstünlük iddiasını kabul etmemek bile Avrupa kamuoyunda  “fundamentalist” diye yaftalanmak için aslî bir kriter görevi görüyor.

Almanya siyasi kültürünün tarihi, 'yabancı' olana karşı kuşku ve güvensizlikle malûl olagelmiştir. Şu anda yaşanan ise, çizilen etnik-dini sınırlar boyunca Müslüman kökenli göçmenlerin artık bu ülkenin bir parçası olduklarını reddetmektir. Almanya'nın 'yabancılarını' damgalama (stigmatization) ve dışlaması, özellikle Müslüman kökenli göçmenlerin Alman toplumunun kuşku ve güvensizliğine karşı kuşku ve güvensizlikle cevap vermelerine yol açmaktadır. 11 Eylül'den ve özellikle Hollandalı rejisör Theo van Gogh'un Amsterdam'da öldürülmesinden (Kasım 2004) bu yana, İslam artık Avrupa'da ırkçı ayrımcılık ve dışlamada başlıca bir kıstas niteliği kazandı.

Alman İçişleri Bakanlığı'nın desteği ile ortaya konan araştırmayı da bu genel çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor: Batı'nın İslam'a ilişkin dinsel paradigmasının doğaldır ki yerine getirdiği işlevler mevcut. İslam'ı zor, şiddet ve baskı ile özdeşleştiren bu paradigma, Batı'nın kendi kendini yüceltmesine (self-glorification) hizmet ediyor. Paradigmanın diğer ayağı ise, birincisiyle bağlantılı olmasının yanı sıra daha kompleks bir yapıya sahip. Bu bağlam içinde, tıpkı Almanya'da “çok kültürlülüğün” iflasının neredeyse zil takılarak ilan edilmesinde olduğu gibi, İslam düşmanlığı da değişen Batı toplumlarında kriz semptomu olarak ortaya çıkıyor.

Toplumsal kimlik tasarımları, 'ötekini' reddetme ve dışarıda bırakma üzerinden oluşturulduğu için (M. Foucault), henüz daha sınırları tam belirlenmemiş Avrupalı 'biz'in tanımlanması için, 'Müslüman' -Almanya özelinde 'Türk'- göçmenler kendilerine 'öteki' rolü biçilerek ötekileştiriliyor. 'Öteki' ve Müslüman 'dışarının' karşısına, kendisini 'Hıristiyan Batı' ('christliches Abendland'-Alm.) aidiyetinde bulan yeni 'bir şey', bir oluşum konuluyor. Almanya'nın başını çektiği Avrupa'nın içinde bulunduğu söz konusu bu kendini tanımlama sürecinde, Şark'a, daha doğrusu Müslüman Doğu'ya 'dışarı'yı oynama rolü biçildi. Bu yeni Avrupalılık kimliğinin oluşturulması sürecinde, söz konusu kimliğin özellik ve bileşenlerinin, Müslüman Doğu'ya Oryantalizm tarafından atfedilen özellik ve bileşenlerin tersi olması öngörülüyor. İslam 'geri kalmış', 'irrasyonel', 'fanatik' ve 'zorba' (!) ise, doğaldır ki bunların tam tersi olan özellikler AB sürecinde oluşturulmaya çalışılan Avrupalı kimliğine atfedilir: O, 'modern', 'rasyonel', 'uygar' ve 'hoşgörülüdür'!

Hıristiyan Avrupa kimliğini 'öteki' rolü verilen doğulu 'dışarının' üzerinden tesis etme projesi, Müslüman kökenli göçmenlerin de bu süreçte 'Hıristiyan Batı' için tehlike oluşturdukları kabulünden yola çıkıyor. Almanya'da Çok Kültürlülüğün mevtası, Hollanda'da bir film yönetmeninin öldürülmesinden ötürü sanki Almanya bir iç savaşın eşiğinde bulunduğu için vuku bulmadı. Şimdi ise yine aynı şekilde, ezici çoğunluğu Türkiyeli olan Almanya'daki Müslümanların neredeyse yarısının durup dururken “fundamentalist” ilan edilmesi de öyle durup dururken gündeme gelmedi. Almanya'da -ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde- bilhassa 2004 yılı sonundan bu yana sistematik bir tarzda hayata geçirilen ve anti-islamcı ırkçılığı da terkisine alan 'Müslüman' kökenli göçmenlere karşı yürütülen politikalar, Avrupalı kimliğinin oluşturulmaya çalışıldığı AB sürecinde 'entegre' olmuş ve belki de melezleşmiş (hybrid) dahilî bir 'Şark'ın mevcudiyetinden duyulan rahatsızlığın tezahürüdür.


[2]              Nasıl  yekpare bir 'İslam'ın olması mümkün değilse yekpare bir 'Batı' da yoktur. Her ne kadar 'Batı' kelimesini kullanmak sorunlu olsa da, coğrafi sınır belirlemesi açısından kullanılması bir zorunluluk arz ediyor.

(http://www.turnusol.biz/public/makale.aspx?id=2363&pid=10&makale=F%FDrat)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder