15 Ocak 2011 Cumartesi

Bir cinayetin anatomisi ve yeni nefret

Bazen sıradan gibi görünen bir olay, aslında bir dönüm noktasının ya da bir sürecin yeni bir aşamaya ulaştığının işaretidir. Geçtiğimiz ayın ilk günü Almanya’nın Dresden şehrinde işlenen bir cinayet, 11 Eylül olaylarından sonra Avrupa’da yeni bir fenomen olarak tanımlanmayı hak eden Müslüman düşmanlığının vardığı nokta anlamında böylesi bir önem taşıyor.

Dresden’de eczacı olarak çalışan Mısırlı Merve Ali El-Şerbini, geçen yılın son günlerinde, çocuk parkında Alexander W.’den salıncağı oğluna bırakması ricasında bulununca, 28 yaşındaki işsiz Alman tarafından anında “İslamcı”, “terörist”, “orospu” sözleriyle küfür yağmuruna tutuldu. 32 yaşındaki Merve El-Şerbini, başörtülüydü. Kadın hakaret davası açtı ve Alexander W. mahkeme tarafından para cezasına çarptırıldı. Dresden Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen davanın duruşması sırasında Alexander W.’nin söyledikleri, onun ne menem bir zihniyete sahip olduğunu gösteriyordu: “Böylelerine hakaret etmek mümkün değil, çünkü bunlar insan sayılmaz”, “Avrupalı olmayan ırkların Almanya’da yaşama hakkı yoktur”, “Bu canavarların 11 Eylül’den sonra kapı dışarı edilmemesini doğru bulmuyorum”.

Temyiz davasının görüldüğü 1 Temmuz 2009 günü genç kadının mahkeme tarafından alınan ifadesi sona erdiğinde, Alexander W. mahkeme başkanından bir soru sormak için izin istedi ve Merve El-Şerbini’ye dönerek, “Almanya’da yaşamaya ne hakkınız var?” sorusunu yöneltti. Mahkeme salonundan bir itiraz gelmedi. “Burada ne arıyorsunuz?” Arkasından tehditler başladı: “NPD, iktidara gelirse bu işe bir son verecek. Ben oyumu NPD’ye verdim.” (NPD: Almanya Ulusal Demokratik Partisi. Almanya’nın en etkin Nazi partisi). Akabinde kadının üzerine atlayarak bıçaklamaya başladı.

Kadının yardımına eşi Elwi Ali Okaz dışında kimse koşmadı. Saldırgan Nazi, kadının eşini de ağır yaraladı. Bu sırada mahkeme başkanı alarm ziline bastı. Duruşma salonuna dalan üç polisten biri silahını çekti ve saldırganın kim olduğunu bile sormadan saldırgan olduğu zannıyla (“Arap = İslamcı = Terörist”!) El-Şerbini’nin zaten ağır yaralı olan eşine ateş etti. Dört aylık hamile olan Merve, kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. On sekiz yerinden bıçaklanmıştı ve üç yaşındaki oğlu annesinin öldürülmesini seyretmek zorunda kaldı.

ALMAN MEDYASININ TAVRI
Alman kamuoyunun El-Şerbini cinayetine tepkisi neydi sorusuna verilecek cevap, ilk önce hiçbir şeydir. Cinayetten sonraki ilk hafta boyunca gazetelerde sadece karışık kısa haberler sütunlarında verilen haberlerde, cinayetin “sıradan bir hakaret davasında ani bir zıvanadan çıkma” sonucu işlendiği belirtilirken, Süddeutsche Zeitung ve Frankfurter Allgemeine Zeitung gibi en önemli Alman gazeteleri başta olmak üzere gazeteler (ne tuhaftır ki bulvar gazetesi Bild-Zeitung dışında) ilk iki üç hafta boyunca cinayetin siyasi arka planı üzerine tek bir kelime bile yazmadı. Televizyon kanalları da aynı yolu izledi. Almanya’da meydana gelen her “namus cinayetini” “avukatsız halk” olarak tanımlanabilecek Müslüman azınlığa karşı bir silaha dönüştüren kampanyalar yürüten anaakım medyadan, başörtülü Müslüman bir kadının bir Nazi tarafından Müslüman düşmanı sloganlar eşliğinde mahkemede katledilmesi karşısında çıt çıkmadı.

Şimdi bir anlığına olayın tersinden gerçekleştiğini varsayalım: Kurban, dört aylık hamile bir Alman kadın ve katil Müslüman olsaydı, cinayetin ne kadar büyük bir medya malzemesi haline gelebileceğini ve politikacıların – hele de önümüzdeki Eylül ayında yapılacak genel seçim için yürütülecek seçim kampanyalarında – neler söyleyebileceğini tasavvur edebilmek için çok fazla fantezi sahibi olmaya gerek yok.

Almanya başbakanı Angela Merkel ve bütün bakanları sadece cinayeti kınamak için değil, “İslamcı fundamentalizmi” de mahkûm etmek için derhal gördükleri her kameranın karşısına geçerdi. Televizyonlara çıkan kerameti kendinden menkul “uzmanlar” ve sağdan sola kadar bilumum gazeteler, haftalarca Müslümanların radikalleşmesinden, Alman toplumuna uyum sağlamayı reddetmelerinden ve Almanya’da oluşturdukları gettolardan dem vurarak bu gettoların dağıtılmasını talep ederdi. Camiler ile Müslümanların örgütlü olduğu dernek ve cemiyetler, cinayetle aralarına mesafe koymaya ve polisle sıkı bir “işbirliğine” girmeye davet edilirdi. Ama kurban Müslüman, katil bir Alman olduğu için, Alman kamuoyu – Alman solu ve anti-faşist hareket de dahil olmak üzere – üzerine ölü toprağı serpilmişçesine kolektif bir suskunluk içine girdi.

Ancak El-Şerbini’nin memleketi Mısır’da kitlesel gösteriler başlayınca bu sessizlik bozuldu. Bu kez de katilin Rusya’dan Almanya’ya göç etmiş bir Alman olduğu, yani gerçek bir Alman olmadığı, dolayısıyla da “olayın bizimle ilgisi olmadığı” medyada dillendirildi.

Liberal eğilimli Süddeutsche Zeitung ve Die Zeit gazeteleri, olay sonrasında Almanya’da İslam düşmanlığı olduğunu kesin bir dille reddettiler! Muhafazakâr Die Welt gazetesi ise, cinayetten bir süre sonra internet sayfasında Hamburg eyaleti Anayasayı Koruma Örgütü’ne dayanarak “Müslüman kadınların giderek radikalleştiğine” ilişkin bir makale yayımladı (Die Welt, 18.07.2009). Gazete, “Türban ve Kuran’ın Müslüman kadınların yolunu ekstrem durumlarda doğrudan doğruya terör kamplarına düşürdüğü” konusunda gizli servisle hemfikirdi. El-Şerbini’nin öldürülmesine yol açan siyasi atmosferin medya tarafından nasıl oluşturulduğuna bundan daha iyi bir örnek vermek mümkün mü?

MÜSLÜMAN’DAN NEFRET ETMEK
El-Şerbini cinayeti, Alman medyası tarafından “münferit bir vaka” olarak değerlendirildi. Cinayete “münferit vaka” denmesi kabul edilse bile, Alman medyası ve hükümetinin cinayet sonrası takındıkları tavrı “münferit bir vaka” olarak değerlendirmek mümkün görünmüyor. Sadece Almanya’da değil, Avrupa genelinde medya ve siyaset tarafından İslam’ın bir din olmaktan ziyade, siyasi bir ideoloji olduğu ve “Batı’nın değerleriyle çatışma içinde olan toplumsal bir değerler bütününü temsil ettiği” düşüncesinden yola çıkan şiddet ve çatışma algısı yaratıldı.

Ayrıca El-Şerbini cinayeti özelinde görüldüğü gibi, esmer tenli bir insanın ya da başörtülü bir kadının görünüşünün “İslam”, “İslamcı”, “terörist” çağrışımlarını yaratmasını “münferit bir vaka” olarak görmek, şayet kasıtlı değilse en iyimser tutumla safdillik olarak tanımlanabilir. Andrea Dernbach’ın Berlin’de yayımlanan Tagesspiegel gazetesinde belirttiği gibi, bu çağrışımlar “Almanya, 11 Eylül 2001’in hemen sonrasında sakal ya da türban taşıyan ve Müslüman bir dindar olduğunu belli eden herkese geniş çaplı ağ operasyonları düzenleyerek teröre karşı savaş açtığından bu yana çok fazla kafada yer etti.”

Almanya’da ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde özellikle 11 Eylül’den sonra, sürekli “aramızda” kendini kamufle ederek yaşayan ve her an kitlesel katliamlar yapabilecek “teröristlere” dönüşebilecek “İslamcılar”dan söz edildi. Sürekli Batı dünyasını bombalarıyla yerle bir etmeye yemin etmiş “aşırı dincilerin dünya çapındaki ağ örgütlenmelerine” dikkat çekildi. Gün geçmiyordu ki sözüm ona “terör uzmanları”, haber programlarında “gizli servis çevrelerine” dayanarak “İslamcı teröristlerin başımıza getireceği felaketin” tellallığını yapmasınlar.

Merve El-Şerbini’nin katilinin kullandığı ifadeler göz önüne alındığında, katilin Müslümanlara karşı duyduğu nefretin, siyaset ve medyanın 11 Eylül sonrası “uluslararası terörizme karşı mücadele” propagandasının yarattığı düşünce tarzının bir ürünü olduğu ayan beyan ortada olmasına rağmen, Alman medyasında temelleri 11 Eylül’den sonra atılan “koleteral zararlara” dair sorumluluğunu kabul edip özeleştiri yapacağına ilişkin en küçük bir işaret bile görülmedi. Medya, tam tersine hâlâ mesela yukarıda verilen örnekte görüldüğü üzere “Müslüman kadınların cihat uğruna ölümü göze aldıkları” türünden kaynağı şaibeli ve Müslüman düşmanlığını körükleyen haberler yapmaya devam ediyor.

Görünen o ki, bilhassa İran Devrimi’nden bu yana gözlenen anti-İslamcı ajitasyon, Batılı toplumlarda artık yeni bir aşamaya ulaştı. “Yabancı düşmanlığı” ve “ırkçılık” gibi terimlerle sınıflandırılmaya çalışılan bu mevcut gerçeklik, karakteristikleri bakımından bugün artık sosyal bilimlerin bu iki kavramıyla açıklanamayacak yeni bir fenomene dönüştü: Söz konusu olan yabancı düşmanlığı veya ırkçılıktan öte, bu ikisini de aşan Müslüman düşmanlığıdır. Batılı toplumlarda yeni bir fenomen olarak Müslüman düşmanlığı ve nedenleri ise, ancak başka bir yazı çerçevesinde üzerinde durulmayı zorunlu kılıyor.

Bağlarken başta Almanya’da yaşayanlar olmak üzere Müslümanların en son ihtiyaç duyduğu şeyin, bu nefrete nefretle karşılık vermeleri olduğunu belirtmek gerekiyor. Aksine bir tavır, hem Müslüman düşmanı ırkçıların amaçlarına ulaşmasına imkân verecek hem de bu tuzağa düşenleri her türlü insaniyetten mahrum ırkçılarla kuşkusuz ki aynı seviyeye düşürecektir. Bunlardan bizde gereğinden fazla sayıda zaten var.

(25 Ağustos 2009 tarihli Birgün gazetesinde yayımlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder