15 Ocak 2011 Cumartesi

Fırat'ın doğusuna yolculuk

Otuz saatlik bir yolculuktan sonra, Haydarpaşa'da bindiğimiz Vangölü Ekspresi'nden Malatya Garı'nda iniyoruz. Devlet Demiryolları misafirhanesi hemen garın karşısında. Personel misafirperver, odalar ummadığımız kadar temiz. Malatya, şantiye görünümünde bir şehir. Her tarafta inşaatlar, yeni yollar yapılıyor. Zengin bir şehir. Yollar, viyadükler, caddeler, parklar, iş merkezleri, siteler şehrin daha çok Türkiye'nin batısında yer aldığı kanısını uyandırıyor. Daha sonra yolumuzun düştüğü hiçbir Doğu şehrinde aynı kanıyı edinemeyeceğiz. Belki de Malatya Fırat'ın batısında kaldığı için böyle, diyoruz şaka yollu. Sanki ilk kez gördüğüm bir şehir. Halbuki ortaokul ve lise çağlarım burada geçmişti. Son 25 yılda neredeyse hiçbir köşesini tanıyamayacağım kadar değişmiş Malatya.

Malatya’nın meşhur Şire Pazarı’nda bir tur attıktan sonra, köy garajında minibüse binerek Adıyaman'a doğru yola çıkıyoruz. Zira Malatya'da görülecek pek kayda değer tarihi eser yok. Aslantepe höyükleri de zaten restorasyon nedeniyle ziyarete kapalı. Adıyaman'a ‘dağ yolu’ denilen güzergâh üzerinden gidiyoruz. Sürgü Çayı'nın akıp baraja ulaştığı vadi boyunca. Coğrafyanın güzelliği bizi şaşırtıyor. Çelikhan üzerinden Adıyaman'a varmadan, yemyeşil vadide tütün toplayanları seyre dalıyorum arabada ve yaşadığımız ülkenin ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum. “Güzelin kaderi kötü olur” atasözünü mırıldanıyorum. Sadece “yalnız ve güzel” değil, kaderi de kötü ülkem.

Adıyaman'da oyalanmadan hemen Kahta'ya geçiyoruz. Zira hedefimiz Nemrut. Kahta'ya varınca, bizi İstanbul'da yaşayan Kahtalı arkadaşımız Hakan karşılıyor. Onun köyüne gidiyoruz. Kürtlerin misafirperverliği bilinen bir şey olsa da, köyde gördüğümüz misafirperverlik karşısında eziliyoruz. Sadece olağanüstü güzel el işi Kürt halılarıyla döşenmiş bir odada ağırlanıyoruz. Şehnur dışarı çıkıp tekrar geldiğinde odada bulunan yedi-sekiz erkek – Hakan'ın babası başta olmak üzere – onun önünde aynı anda ayağa kalkıyorlar. Ben de gayri ihtiyari kalkmaya yelteniyorum onlara bakıp. İstanbullu olan Şehnur böyle bir şeyi hayatında ilk kez yaşıyor ve eli ayağı birbirine dolaşıyor. Daha sonra ona “Bak, bir de Kürtler kadına değer vermez derler” diyorum. “Hiç sorma” diye yanıtlıyor. “Çok utandım.”

...Ve Nemrut

Bir iki saatlik uykudan sonra, gecenin karanlığında kıvrım kıvrım parke yollardan yukarı çıkıyoruz. Nemrut’un zirvesinden az aşağıda bulunan kafede soğuktan korunuyoruz. Yanımızda getirdiğimiz battaniyelere sıkı sıkıya sarınıp, saat altı gibi zirveye doğru yola koyuluyoruz. Kafilemiz yüz elli civarında insandan oluşuyor. Taşla döşeli patikayı çıkmak yirmi dakika kadar sürüyor. Yürümeyi göze alamayan, on lira ödeyip katıra biniyor.

Zirveye ulaştığımızda, battaniyelere sarınmanın bile soğuğa kâr etmediğini fark ediyoruz. Soğuktan titreyerek bekliyoruz güneşin doğuşunu. Ama diğer yandan hava yavaşça aydınlanırken Atatürk barajını oluşturan büyük ve küçük vadileri dolduran suyun güzelliğine şahit oluyoruz. İrili ufaklı darmadağınık vadiler göz alabildiğince seriliyor önümüzde. Doğu terasındayız. Güneşin kızıllığı doğudan yükselirken, bulutlar sanki fırça darbeleriyle çizilmiş gibi. Işık ve gölgelerin muhteşem güzelliği. Güneşin harikulade doğuşu. Harika görsel bir fenomen gördüğümüz. Bunca soğuğu yemeye değdi. Ama kafilede turla İzmir'den gelen bir grup da var memnun kalmayan. Bu gruptan biri, Karadeniz şivesiyle “Ha punun neresu cüzeldur? Pizum köyde cüneş taha cüzel doğayur?” diyor. Bu kayda değer(!) tespitini herkesin duymasını istediği için durmadan tekrarlaması sinirlerimize hakim olma çabası göstermemize sebebiyet veriyor.

Dönüş yolunda Kommagene Krallığı'nın başkenti Arsemia'ya uğruyoruz. Daha sonra Cendere Köprüsü'nü görmek istiyoruz. Roma İmparatoru Septimus Severus tarafından M.S. 2. yüzyılda yaptırılan ve Roma mimarisinin anıtsal örneklerinden biri sayılan köprünün üstüne varınca içimiz sızlıyor. Köprüden eksilen taşların yerine çirkin fabrikasyon taşların konulduğunu, köprünün taş aralıklarının boydan boya betonla doldurulup ve hatta yer yer betonla sıvanmış olduğunu görünce bunun bir barbarlık örneği olduğunu düşünmeden edemiyoruz. Bir nebze tarih bilinci olan nasıl kıyabilir böylesi bir tarihi esere, orasını burasını betonlayarak? İki bin yıllık köprüde beton üzerine çizilmiş ortası mızrakla delinmiş kalp ve “I love you” yazısı ise, bu barbarlığı artık bir trajikomedi haline dönüştürüyor.

Peygamberler Şehri Urfa

Aynı günün akşamı Adıyaman'dan Urfa'ya doğru yola çıkıyoruz. Urfa'ya girişte şehrin bu kadar güzel olmasına şaşıyorum. Yeşillikler içinde ve modern. Ama sonra anlıyoruz ki, burası şehirde devletin ikamet ettiği mıntıka. Urfa'nın en modern binasının Emniyet Müdürlüğü'ne ait olması da zaten bunun bir göstergesi.

Urfa Öğretmen Evi'ne yerleşiyoruz. Sendika panosunda “301 kaldırılamaz! Ne mutlu Türküm diyene!” afişi asılı. Odalarımıza yerleştikten sonra şehre inmeye karar veriyoruz. Urfa Valiliği önünden geçerken gördüğümüz kocaman harflerle “Vatan bir bütündür, parçalanamaz” yazısı, “vatanın” bu parçasında hangi kadim halkın yaşadığını idrak etmemize yardımcı oluyor!

Kürtlere hadlerini bilmelerini emreden, tehdit içeren ya da Türk olmanın ne kadar da mutluluk verici bir şey olduğunu(!) belirten ve dağa taşa yazılan bu tür sloganlara her yerde rastlamak mümkün. Anıttepe (Mardin-Midyat arasında bir köy), Bayraktepe (Harran'da kalenin karşısındaki tepenin ismi), Komando Caddesi (Batman'da bir cadde ismi!) türünden yer veya cadde isimleriyse cabası. Türk ordusunun her Kürt kasabası ve şehrinin karşı yamacına kondurduğu “Vatan bölünmez”, “Önce vatan”, “Ne mutlu Türküm diyene” türünden yazılar, Kürt halkına yönelik gayet açık mesajlar içeriyor. Orada bunu çocuklar bile biliyor. Türk halkının nadide oğullarından, şair Şükrü Erbaş'ın “Öldürmeye ekinlerden başlayan adamlar/ Eşiklere nasıl bir zulümle gelirler?/ Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde/ 'Önce Vatan' yazısı bir hüzün değil midir?” dizeleri düşüyor aklıma.

Akşam serinliğinde Hazreti İbrahim'in Nemrut tarafından ateşe atıldığı yer olan Balıklı Göl'e uğradıktan sonra, Urfa Kalesi'nin dibindeki çay bahçesine oturup, ışıklandırılan kalenin enfes görüntüsü karşısında çayımızı yudumlarken, masamıza dokuz-on yaşlarında bir çocuk yanaşıyor. Bize “buranın tarihini İngilizce, Türkçe ve Kürtçe” anlatabileceğini söylüyor. İsmi Halil. İngilizce anlatmasını istiyoruz, ama Halil'in İngilizcesi sadece Hazreti İbrahim'in burada doğduğundan ibaret. Hadi Kürtçe olsun, diyoruz. Kem küm ediyor. Sonunda Türkçeye razı oluyoruz. Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını anlatırken, Nemrut'un kızı Zeliha'nın Hz. İbrahim kaleden ateşe atılınca arkasından atladığında düştüğü yerde oluşan gölün ortasındaki fıskiyeyi parmağıyla göstererek öyküyü bitiriyor Halil: “Aha bu fiske de Zeliha'nın gözyaşlarını belirtmektedir.” Fıskiyeye dili dönmüyor Halil'in. Halil, sivri burunlu kundurasını topuğunu kırarak giyiyor. Cin gibi, sevimlilik abidesi bir çocuk. Bu sırada Balıklı Göl'ün arka sırtlarında bir yerlerde sıra gecesi havaları duyuluyor.

Ertesi sabah Harran'a doğru yola koyuluyoruz. Harran ovası, verimliliğin diğer adı. Sağlı sollu fıstık ağaçları ve pamuk tarlaları. İşçiler pamuk toplamada. Harran'da arabadan inince çocuklar etrafımızı sarıyor. Rehberlik hizmeti sunuyorlar. Önce dünyanın en eski üniversitelerinden biri olarak bilinen üniversiteyi görmek istiyoruz. Altı adet kapısından ayakta kalan tek kapı olan Halep Kapısı'ndan şehrin surlarından içeri giriyoruz. Bir çok ünlü İslam bilginininden başka İslamî kökten dincilerin önceli kabul edilen, Vahhabilerin ve El-Kaide'nin İslam anlayışına yön veren İbn Teymiyye'nin de bu üniversitede yetiştiği biliniyor. Harabelerin yakınındaki ünlü Harran evlerine varıyoruz. Harran'a en çok turist çeken, bindirme tekniğiyle yapılmış külah biçimindeki konik kubbeli evleri. Burada da çıplak ayaklı bir çocuk ordusu karşılıyor bizi “Hallo” nidalarıyla.

Harran evleri, 1979 yılında sit alanı kapsamına alınmış. 1999 yılında restore edilerek turistik amaçla hizmet veren bu evlerin birindeki Harran Kültür Evi'nde Arap kahvesi “mırra” içip soluklandıktan sonra Harran kalesine yöneliyoruz. Kalenin önüne bir polis devriye arabası yanaşıyor. Arabadaki polislerden biri, hadi bakalım herkes evine gitsin, diyor. Harran'ın rehber çocukları anında ortalıktan kayboluyorlar. Halk kendi arasında neredeyse sadece anadili olan Arapçayı konuşuyor. Türkiye Araplarına özgü bir Arapça bu. Yer yer Kürtçe ve Türkçe kelimelerin de karıştığı, yalnızca konuşma dili olduğu için de pek düzgün konuşulmayan bir Arapça.

Öğleden sonrayı Urfa'da geçiriyoruz. Hz. İbrahim dışında Hz. Eyüp, Hz. İlyas ve Hz. Yakup'un da yaşadığı 'peygamberler şehri' Urfa, tarihi evleri, sokakları, çarşıları, hanları, hamamları, çeşmeleri, köprüleri, camileri, kalesi ve surlarıyla adeta bir müze kent görünümünde. Ulu Cami, 12. yüzyıl mimarisiyle şehrin en güzel yapıtlarından biri. Bütün bu tarihsel ve kültürel zenginliğin odak noktasını tabii ki Balıklı Göl ve çevresi oluşturuyor. Şehrin bu kesiminde ruhani bir hava soluyor insan. Başka bir atmosfer hakim. En azından ben öyle hissediyorum. Onun dışında doğuda gördüğüm en cıvıl cıvıl şehir Urfa. Sokaklar o kadar canlı ki, sanırsınız şehirde en az bir milyon insan yaşıyor. Bunun yanı sıra Urfa'da gazete satın almak deveye hendek atlatmaktan zor. Gazete bayii yok. Sora sora bir otobüs durağının arkasındaki bir seyyar satıcı buluyoruz. İncik boncuğun yanında gazete de satıyor.

Bir sonraki günün sabahında çantaları sırtlayıp otogara gidiyoruz. İstikamet yıllardır görmek istediğim, her resmini gördüğümde güzelliğiyle içimi titreten şehir Mardin. Viranşehir, Kızıltepe üzerinden gidiyoruz. Şimdiye kadar hiç askeri kontrolle karşılaşmamıştık. Viranşehir'de milli oluyoruz. Kızıltepe ise çirkin şehirleşmesiyle göze çarpıyor. Kızıltepe ile Mardin arası sol taraf neredeyse boydan boya askeri tesislerle kaplı. Buna alışmamız gerekiyor. Burası Türkiye'nin batısı değil, burası “orası”. Yolculuk boyunca o kadar çok askeri kontrol noktasında durduruluyoruz ki, sayısını bir çırpıda söylemek olanaksız. Yine de alışamıyoruz.

"Eğer Mardin Yoldaşın Değilse..."

Mardin-Yenişehir'de otobüsten iniyoruz. Burada da Öğretmen Evi'nde kalacağız. Odalardaki telefonların üzerinde “Bu telefonda gizlilik dereceli konular görüşülmez” yazılı bir kağıt iliştirilmiş. Yani telefonlar dinleniyor. Anladık! Çantalarımızı yerleştirdikten sonra eski Mardin'e çıkıyoruz. Mardin Müzesi'nin karşısında bir duvara asılı tabelada Refik Durbaş'ın “Şair, sen kiminle konuşursun/ Eğer Mardin yoldaşın değilse” dizesi. Durbaş'ın dizesinin asıl anlamını, Mardin'i dolaştıktan sonra tam olarak fark ediyor insan.

Akşam Mardin'i aşağıdan seyretmek ve fotoğraf çekmek için Nusaybin yoluna doğru iniyoruz. “Gündüz seyranlık, gece gerdanlık” diyor Mardinliler, nev-i şahsına münhasır şehirleri için. Aşağıda yol kenarında bir konak: Firdevs Kasrı. Kapısını tıklatıyoruz. Karanlıkta ayak sesleri yaklaşıyor. Orta yaşlı bir köylü açıyor kapıyı. Buyur ediyor içeri. “Aslında normalde açmam kapıyı, ama şimdi nedense içimden geldi” diyor. Yüzünden iyilik akan Kızıltepeli bir Kürt Şeyh Davud. Kasır, Arap kökenli Ensari ailesinin. Mardin’in önemli ailelerinden. Aile, Osmanlı döneminden bu yana kasırda oturuyor. “Ankara'da yaşıyorlar, ama yazları gelirler” diyor Şeyh Davud. Ailenin iki oğlu var. Biri binbaşı, diğeri ise psikoloji profesörüymüş. “Dedeleri Allah'a yakındı. Babaları da öyle, ama oğullar Atatürk'e bakıyor” diyor Davud. Gülümsüyoruz. Dünya güzeli üç çocuğu ve eşiyle kasırda oturuyor Şeyh Davud. Ensariler Ankara'da iken göz kulak oluyor kasra. Bir odaya buyur ediliyoruz. Duvardaki çeşmeden çıkan su odanın ortasındaki incecik bir kanaldan odayı baştan başa geçip eyvana çıkıyor. İki yatak duruyor sadece odada. Şırıl şırıl su sesi dinleyerek uykuya dalmayı düşünmek bile hoş geliyor insana. Şeyh ve çocuklarıyla vedalaşıp çarşıya dönüyoruz. Dönüş yolunda yine bir polis kontrolüne denk geliyoruz. Gecenin kör karanlığı içinde devletin silahları ışıldıyor.

Çarşıda ev yapımı Süryani şarabı satan bir dükkana giriyoruz. Amca demleniyor, ama şarap değil rakı içiyor. Bize de şarap sunuyor. Ayrıca telkâri de satılıyor dükkanda. İkisinden de almadan edemiyoruz. Çarşının göbeğindeki eski postane binası da mimarisinin görkemiyle görülmeye değer. Terasından Suriye'nin ışıkları görünüyor. Ulucami'nin nazlı minaresi ise ışıl ışıl.

Sonraki günün sabahı Kasımiye Medresesi'ndeyiz. Medrese şehrin güneybatısındaki tepelerin altında yer alıyor. Yine çocuklar karşılıyor bizi. Kız çocukları, süs eşyası satıyor. Artuklu devrinin son eserlerinden biri olan medresede restorasyon çalışmaları sürüyor. Külliyenin avlusunda gölgede oturan görevli polis memuru, Adıyaman tütünü sarıyor. Onun yanında genç bir kadın, Mardin Sakatlar Derneği yararına gümüş takılarla dolu bir tezgahın arkasında duruyor. Başı kalabalık. Medresenin devasa pencerelerinden uçsuz bucaksız Mardin ovası görünüyor. Öteler Suriye işte.

Şehre dönüp Kırklar Kilisesi'ne uğruyoruz. Altıncı yüzyılda inşa edilmiş bir Süryani kilisesi. Halen Mardin Metropolitlik kilisesi işlevini görüyor. Kilisenin geniş avlusunda çocuklar oradan oraya koşturup oynuyor. Birkaç erkek ağaçların gölgesinde oturuyor. Turist sayısı artınca, içlerinden biri kilisenin kapısını açıp bizi içeri buyur ediyor. Kilisenin mimarisi, tarihi ve Süryanilikteki önemini anlatıyor. Fi tarihinden kalma Süryanice İncillere dokunuyoruz. Kiliseden çıkıp bu sefer de Mardin'in en eski camisi Ulu Cami'ye yollanıyoruz. Caminin 12. yüzyıldan kalma görkemli mimarisi tarihin ihtişamını bugüne taşıyor. Bakırcılar çarşısında bakır döven ustaların çekiç sesleri yankılanıyor. Çarşıda bir tur attıktan sonra abbaralara dalıyoruz. Abbaralar, eski Mardin evlerinin altından geçen ve sokakları birbirine bağlayan geçitler. Şehrin fevkalâde mimarisinin en belirgin dokusu abbaralar.

Öğleden sonra ziyaret sırası meşhur Süryani manastırı Deyrülzeferan'da. Şehirden manastıra uzaklık takriben 10 kilometre. Bindiğimiz taksinin sürücüsü Hasan, memleketi Mardin'e benziyor. Yarı Arap, yarı Kürt yakışıklı bir genç. Annesinin Kürt, babasının Arap olduğunu söylüyor. “Peki, ne olduğun sorulduğunda ne cevap veriyorsun” diye soruyorum. “Arap sorarsa Arabım, Kürt sorarsa Kürdüm.“ Karşılıklı gülüşüyoruz. Manastır, uzaktan tekmil görkemiyle görünüyor.

Deyrülzeferan, Yukarı Mezopotamya'nın en ünlü tarihi eserlerinden biri. Suriye'den ve dünyanın başka ülkelerinden gelen Süryanilerin ziyaret ettiği, Süryani cemaatinin hac merkezi. Birkaç gün sonra uluslararası Süryanice dil konferansı var. Konferansa ilişkin asılan pankartlardan biri şiirselliği ve Süryanilerin Mezopotamya'nın kadim halklarından biri olduğunu akıllara getirmesiyle dikkat çekiyor: “Süryanice, Dicle ve Fırat'ın uzun tarihidir.” Manastır, 5. yüzyılda inşa edilmiş. Süryani patrikleri, manastırın duvarlarındaki taş mezarlara gömülüyor. Deyrülzeferan'da 52 Süryani patriğinin mezarı bulunuyor. Manastırın içinde, Hristiyan olmadan önce güneşe tapan Süryanilerin atalarının tapınağı da mevcut.

Şehre tekrar dönüş yolunda Hasan'a şehrin doğusundaki Hatuniye Medresesi'ni görmek istediğimizi söylüyoruz. Zira medresede Hazreti Muhammed'in olduğu kabul edilen ayak izi bulunuyor. Peygamberin duvardaki bir camın arkasında muhafaza edilen ayak izini görüp fotoğrafını çektikten sonra, Hasan bizi Midyat'a götürüyor. Zaman dar, akşam olmada. Şehrin içinde, camiyle karşı karşıya duran kiliseyi ziyaret ettikten sonra, kafe-restorana dönüştürülen çok güzel ve eski bir kervansarayda kahve molası veriyoruz. Devlet Konuk Evi'ni görmemizi tavsiye eden Hasan'a uyuyoruz. Görünce insanın içinde mutlaka kalma hissini uyandıran, muhteşem bir tarihsel güzelliği var konuk evinin. Doğu'ya gidip de Midyat'ın eski evlerini, sokaklarını görmek ve sadece 50 liraya konuk evinde gecelemek yapılabilecek en akıllıca şeylerden biri. Arabayla eski Midyat'ın sokaklarını son kez turlayalım derken, mahallenin içinde otlaktan dönen bir keçi sürüsüyle karşılaşıyoruz. Çok yaşlı bir kadın ve küçücük kız çocukları sürüyü ağıla götürüyor. Bir daha geleceğiz Midyat'a diyoruz ve karanlıkta tekrar Mardin yoluna koyuluyoruz.

Hasankeyf ya da 'Dicle aktığı toprakları seçer mi?'

Ertesi sabah Mardin'e veda vakti gelip çatıyor. Midyat üzerinden Hasankeyf'e doğru yola çıkıyoruz. Öğle vakti Hasankeyf'teyiz. Dicle üzerindeki tarihi Taş Köprü'nün devasa kalıntılarını görüp hayranlık duymamak elde değil. Bir öğretmen yanımıza öğrencilerinden Vedat'ı rehber olarak veriyor. Yemekten sonra çocuk rehberimiz eşliğinde kaleye doğru çıkıyoruz. Yukarıya ulaştığımızda bilinen o Hasankeyf resimlerinin buradan çekildiğini fark ediyoruz. Antik çağın ilk yerleşim merkezlerinden biri olan ve sayısız uygarlığın gelip iz bırakarak geçtiği bu muhteşem güzelliğin yakında sular altında kalacağını düşünmek bile acı veriyor. Hasankeyf'in sular altında kalacak olmasının gerçekten ne anlama geldiğini, ancak Hasankeyf'i gördükten sonra tam olarak kavramak mümkün.

Muhafazakâr başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın “Biz denize nazır modern bir Hasankeyf yaratacağız” sözleri, devlet erkânının modernlikten de, tarihten de ne derece bihaber olduğunu gösteriyor. Hem gülünç, hem hüzün verici sözler bunlar. Dicle üzerine kurulacak Ilısu Barajı nedeniyle Hasankeyf'in tarihsel dokusunun sulara gömülmesine karşı çıkan bölge halkını ve çevrecileri “terör örgütünün yandaşı” olarak yaftalaması ise cabası. Ama bundan daha tuhaf olanı, bir Allah'ın kulunun çıkıp da “Hasankeyf'i Hasankeyf yapan modern olmamasıdır” diye başbakana cevap vermemesi.

Bir gezi yazısında bu kadar siyaset yeter deyip, kaleden aşağı iniyoruz. Taş Köprü’nün karşıdan son ayağının üzerindeki kapı ve pencerelerin ne anlama geldiğini 10 yaşındaki rehberimiz bize açıklıyor: “Orada oturan bir aile var. Ellerinde Osmanlı dönemine ait tapu olduğu için, devlet onları oradan çıkaramıyor.” Rehberimizi azat edip Şab vadisindeki mağaraları kendi başımıza dolaşıyoruz. Sonrasında ise yolumuz Eyyübiler tarafından yaptırılan ve kitabesinde Allah'ın 99 isminin yazılı olduğu El-Rızk camisine düşüyor. Minaresi çift yollu ve oldukça zarif. Akabinde soğan kubbeli türbe mimarisinin Anadolu'daki biricik örneği olan Zeynel Bey Türbesi'ni ziyaret ediyoruz. Türbe, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu Zeynel Bey'e ait. Hasankeyf'in Osmanlı döneminden kalma tek eseri ise türbe ile Taş Köprü arasında yer alan hamam.

Aslında Hasankeyf'ten ayrılmak hiç içimizden gelmiyor, ama yolcu yolunda gerek. Batman minibüsüne atlıyoruz. Batman'da kalmak gibi bir niyetimiz yok, oradan Van'a geçeceğiz. Belki de psikolojik bir durum, fakat Batman'da tuhaf bir gerilim hissediyoruz. Şehri bir an önce terk etme hissi uyanıyor insanda. Veysel Karani'nin türbesinin bulunduğu Siirt'in Baykan ilçesinin Ziyaret beldesine giden bir minibüse biniyoruz. Batman ile Ziyaret arasında defalarca askeri kontrol noktalarından geçiyoruz. Veysel Karani'nin türbesini ziyaret ettikten sonra, akşam sularında Van'a hareket ediyoruz.

Van, Akdamar Ve Batıya Dönüş


Van'a gece varıyoruz. Sabah erkenden bir kahvaltıcıya giderek Van kahvaltısı yapıyoruz. Hemen sonrasında yola düşüyoruz. İlk işimiz, Akdamar Kilisesi'ni ziyaret etmek. Bunun için Van'a 50 km. uzaklıktaki Gevaş'a gitmek gerekiyor. İskelede bekleyen bir tekneye atlıyoruz. Yirmi dakikalık hoş bir tekne yolculuğunun ardından adaya varıyoruz. Pırıl pırıl, ılık bir sonbahar günü.

Adanın Türkçeleştirilmiş ismi Akdamar, Ermenice Ahtamar'dan (ya da Akhtamar) geliyor. 1535 yılındaki Osmanlı-İran harbine kadar sivil yerleşime sahip olan ada, savaş sırasında yerleşim tahrip edilince bir daha sivil yerleşime geçmemiş. O tarihten itibaren sadece Ermeni kilisesi ve manastırına ev sahipliği yapmış. 19. yüzyılın sonlarında 300 civarında keşişin yaşadığı manastır, 1915'deki tehcirden sonra tamamen terk edilmiş.

Onuncu yüzyıl başlarında mimar Manuel tarafından inşa edilen Surp Khaç (Kutsal Haç) kilisesi, aynı yüzyılın ortalarından 12. yüzyılın başına kadar Ermeni kilisesinin ruhani merkezi olmuş. Orta Çağ Ermeni mimarisinin en parlak eserleri arasında sayılan kilisenin dış cephesi, rölyef tarzında işlenmiş hayvan ve bitki resimleri ile Kitab-ı Mukaddes'den alınmış motiflerle bezeli. Kilise, Ermeni tarihinde özel bir konuma sahip. 1951 yılında Türk hükumeti, Doğu'daki birçok başka Ermeni tarihi eserleriyle birlikte Akdamar Kilisesi'ni de yıkma kararı alıyor. 25 Haziran 1951 günü başlatılan yıkım çalışması, o dönemde genç bir gazeteci olan ve olayı tesadüfen öğrenen Yaşar Kemal'in çabaları sonucu durduruluyor. 50 yıldan fazla bir süre kaderine terk edilen ve Anadolu'nun en güzel kiliselerinden biri olan Akdamar, 2005 yılında iki yıl süren restorasyon sonucu bugünkü halini aldı. Şimdi dünyanın her tarafından her yıl on binlerce turist ziyaret için adaya geliyor.

Kiliseyi ve adayı gezdikten sonra, yorgunluk gidermek ve çay içmek için derme çatma büfenin önündeki masalardan birine ilişiyoruz. Bu sırada, Batman'da asker ziyaretine gelen Ağrılı bir aileyle sohbet ediyorum. Bu taraflara gelmişken Veysel Karani türbesini ve Akdamar'ı görmek istemişler. Gençten bir adam, akrabası kadını gösterip şakayla “Dün Veysel Karani türbesinde namaz kıldı, şimdi kiliseye geldi. Bu namaz geçerli olur mu?” sorusunu yöneltiyor bana. “Cami de, kilise de Allah'ın evidir. Fark etmez” diyorum. Söz asker ziyaretinden açılmışken, eskiden Doğuluların Batı'da, Batılıların Doğu'da askerlik yaptığını, şimdilerde ise artık Doğuluların ekseriyetle Doğu'da askerliklerini yaptıklarına değiniyorum. Oradaki Vanlılardan biri, “Bizim bu yakında Taxmisan diye bir köy var. Köyün üç delikanlısı, 300 metre ileride bulunan bir tepedeki karakolda askerlik yapıyor” diyor. Başka biri, “Biz neler gördük! Buradaki dağlarda bir çatışmada bir korucu, PKK’li yeğenini öldürdü. Gittik, çocuğun cenazesini getirdik” diye katılıyor sohbete. Gözlerinde, yüreğime ağrı salan derin bir hüzün. Dert bir değil. Teknemizin hareket vakti yaklaşıyor, bayırdan aşağı iniyoruz.

Aynı günün öğleden sonrasında Van kalesini dolaşıp, sonraki günün ilk ışıklarıyla Malatya otobüsüne atlıyoruz. Tatvan, Muş ovası ve Bingöl’den geçerek gidiyoruz batıya doğru. Kıvrım kıvrım dağ yollarından geçerken Doğu'nun dağlarının heybetinin şahidiyiz. Akşamüstü Elazığ'a yaklaşırken, batan güneşin berrak ve yumuşacık ışığının dağlara vuruşu bu heybete daha bir ihtişam katıyor. Malatya ile Elazığ arasındaki il sınırını çizen Fırat'ın batısına Kömürhan Köprüsü'nden geçiyoruz. Köprüyü geçer geçmez, askerlerin sadece 21 plakalı yolcu otobüslerini durdurup arama yaptığına tanık oluyoruz.

Tekrar Fırat'ın bu tarafına geçtik geçmesine, ama aklımız da, kalbimiz de orada kalıyor. 'Kulağında karanfil taşıyan' halkın 'düşmanını (bile) ağırlayan konukseverliği' karşısında saygıyla eğilerek... 


(Bu yazının kısaltılmış metni 14.12.2008 tarihli Radikal İki'de yayımlanmıştır.)
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=912851&Date=14.12.2008&CategoryID=42

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder