15 Ocak 2011 Cumartesi

‘Uyum sağlamak yasaktır!’

Son yıllarda Avrupa’da tuhaf şeyler oluyor. Damgalı ırkçılar ve Nazi partileri birden “Batı demokrasisinin” kurtarıcısı rolüne soyundular. Bu kendinden menkul “Aydınlanmacıların” anti-İslâmcı ırkçı söylemleri, Avrupa toplumlarının geniş kesimlerinde yankı bulur oldu. Müslümanların Batı’yı yavaş yavaş İslâmlaştıracağı gibi gülünç bir fantezi somut bir tehlikeymişçesine sunulurken, “Batı’nın temel değerlerinin tehlikede” olduğu propagandası yapılıyor.
11 Eylül 2001 olaylarının Avrupa’da halde yaşanan İslâm daha doğrusu Müslüman düşmanlığı için ateşleyici fitil işlevini yerine getirdiği olgusal bir gerçeklik arz ediyor. 11 Eylül 2001’den sonra birdenbire Avrupa’da başörtüsü ve cami inşa etme, siyasi meseleler haline geldi. Artık Avrupa periyodik olarak birkaç yılda bir ya Danimarka’da karikatür krizi ya Fransa’da başörtü yasağı ya da Hollanda’da İslâm düşmanı siyasi partilerin başarısı türünden sansasyonlara herkesi alıştırdı gibi görünüyor. Bu kez de yeni bir sansasyonun vakti geldi demeye kalmadı ki, İsviçre imdada (!) yetişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, İsviçre’de iki faşist partinin önayak olduğu referandum sonucu, ülkedeki camilere minare inşa yasağının kabul edilmesiyle bu ülkede yaşayan Müslüman kökenli göçmenlere resmi olarak “Uyum sağlamak yasaktır!” mesajı verildi.

DOĞRUDAN DEMOKRASİYLE SUUDİ YASAĞINA
Kabul etmek gerekir ki söz konusu referanduma önayak olan ırkçı partiler, Langen ismindeki küçük bir kasabanın sanayi bölgesinde bulunan caminin minnacık minaresi üzerine başlayan tartışmayı, İslâm üzerine yapılan sembolik bir referanduma dönüştürme başarısını gösterdiler. Minarenin, Müslümanların “güç iddiasının sembolü” olduğunu öne süren ırkçılar, propagandalarını minareden ziyade şeriat, burka, Müslüman dünyada kadınların yaşadığı baskılar gibi konularda yoğunlaştırdılar: “Müslümanlar, bize Orta Çağ’dan kalma hukuklarını zorla kabul ettirmek istiyor. Kadınlar taşlanıyor, erkekler ise Batı’dan nefretle kışkırtılıyor. Minare olursa, zorunlu olarak müezzine de sıra gelecek.” Bu yalan ve iftira kampanyası o kadar etkili oldu ki, sonunda İsviçre’nin tanınmış “solcu feministi” Julia Onken bile faşist partilerin referandum girişimini destekleme kararı aldı. Desteklemekle kalsa iyi, üstüne üstlük 4 bin kadına gönderdiği bir mektupla kadınları minare yasağına “evet” oyu vermeye çağırdı. Demagojinin başarısıydı bu.
Kendisini “demokrasinin tarafsız hamisi” olarak lanse etmekten pek hoşlanan, Kızıl Haç’ın kurulduğu ve Cenevre Sözleşmesi’nin imzalandığı – sözüm ona “demokrasinin örnek ülkesi” İsviçre, bir azınlığın dinî inançlarını özgürce yaşama hakkını çiğniyor ve bu dinî gruba ayrımcılık uyguluyor. Bu adımla Avrupa’da yeniden yükseliş dönemini yaşayan Müslüman düşmanlığında öncü rolü üstlenen İsviçre, böylece Suudi Arabistan, Çin, Kuzey Kore, Burma, Afganistan, Pakistan ve Nazi dönemi Almanya’sının ardından, yasayla dinî azınlıklıkları baskı altına alan ülkeler kervanına katılmış oldu.
Hoşgörüsüzlüğün ifadesi olan bu yasak, Almanya Kültürlerarası Konseyi tarafından Müslüman kökenli azınlığı aşağılama ve ayrımcılığa maruz bırakma niyetinden dolayı Müslüman karşıtı ırkçılık olarak nitelendirildi. Diğer yandan ise Almanya’da NPD, Avusturya’da FPÖ, Belçika’da Vlaams Belang, İtalya’da Lega Nord ve Danimarka’da DF’den Hollandalı faşist partinin lideri Geert Wilders’e bütün İslâm düşmanları, İsviçre’deki “zaferlerini” Avrupa çapında kutluyorlar.

BATI'NIN "SORUNU" KENDİSİYLE
 Bu sözüm ona “İslâm eleştirmenleri” için, İslâm ile münakaşa etmek ve Müslümanlarla tartışmak söz konusu değil. Müslüman bir ülkeden gelen her Müslüman ve Müslüman kökenli göçmen ailelerin her çocuğu, şayet alenen Kuran-ı Kerim’e küfretmiyorsa “fanatik Müslüman” olmakla itham edilir ve bunun içindir ki “namus cinayeti işleyen bir katil”, “kız kardeşini ya da kızını zorla evlendiren bir zorba”, “bir intihar eylemcisi” ya da “toplu katliamcıdır”.
Nazilerin ölüm aygıtı Gestapo’nun kuruluşundan sorumlu olan Hermann Göring, bir keresinde “Kimin Yahudi olduğuna ben karar veririm” demişti. Müslümanlardan nefret edenler de, görüldüğü gibi kimin “Müslüman” olduğuna kendileri karar veriyor. Avrupa’da sadece faşist partilerle sınırlı olmayan, bilakis sağdan sola kadar hemen hemen bütün siyasi partilerde ve toplumun bütün katmanlarında güçlü bir damara sahip olan Müslüman düşmanı saf ırkçılık pratiğinin, din eleştirisi ve Aydınlanma ile uzaktan yakından ciddi bir ilgisi olduğunu söylemek olanak dışıdır. Buna rağmen bu ırkçı şayialar, “Aydınlanmayı savunma” bahanesiyle kamufle edilmekte ve “Batı’nın temel değerlerinin savunusu” olarak lanse edilmekte.
Avrupalı ırkçı için “İslâm eleştirisi”, özünde Türkiye ve Arap kökenli göçmenlere karşı fütursuzca kışkırtmada kullanacağı bir bahanedir. İslâm düşmanı ırkçının nefret ettiği, İslâm’dan ziyade Türk, Arap, Kürt, Fars, Pakistanlı ve Kosovalı insandır. Zaten din gibi soyut bir olgudan nefret etmek olanaksızdır. Nefret, abstraksyonlara değil insana yöneltilebilir. Nasıl ki Avrupalı ırkçının İslâm’la ‘sorunu’ nefret ettiği Müslüman’dan kaynaklanıyorsa, Müslüman’dan sırf ‘Müslüman’ olduğu için nefret etmesi de aslında Müslüman veya İslâm’dan değil ırkçının kendisinden kaynaklanır.
Doğu Bloku ile süren soğuk savaşın sona ermesiyle “komünist düşmanını” yitirmesinden bu yana Batı Avrupa toplumları, tedricen artan biçimde bir tedirginlik ve özgüven sarsılmasıyla malul hale geldi. Diğer büyük uygarlıkların aksine “düşman algısı” olmadan var olmayı şimdiye dek hiç becerememiş olan Batı uygarlığı, zuhur eden bu kimlik kriziyle başa çıkamamasının faturasını haliyle yine günah keçisi olarak seçtiği Müslüman dünyaya kesmeye karar verdi. Sözün özü, Avrupa’nın yani Batı’nın ‘derdi’ aslında İslâm ile değil, kendi kendisiyledir.
Aynı şeyin İsviçre özelinde de geçerli olduğu ileri sürülebilir: 2. Dünya Savaşı sırasında İsviçre’nin ‘tarafsız’ olduğu gibi resmi tarih yalanlarının tashih edilmesi ve yanlış dış politika tutumları, 1989’dan bu yana İsviçre’nin kendiliğinden attığı adımlar değil, tam tersine dışarıdan gelen baskıyla atılan adımlar oldu. Ayrıca AB ile münasebetlerinin muğlâkta olmasına banka krizi ve ABD’nin bir süre önce İsviçre’yi vergi kaçıran yabancıların banka sırlarının korunmasını gevşetmeye zorlaması eklendi. Bütün bunların üstüne bir de ulusal gururun sembolü olan Swissair’in kötü yönetim nedeniyle iflas etmesi ve Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin bir yıldan fazla bir süredir iki İsviçre vatandaşını rehin tutması İsviçre’nin kibrini adamakıllı kırdı. Küresel kriz ise, İsviçre ekonomisinde belirgin izler bırakmaya başladı.

GÜNAH KEÇİSİ OLARAK MÜSLÜMANLAR
Medyal anlamda kusursuz bir biçimde organize edilen minare yasağı kampanyası, bu genel belirsizlikten tedirginliğe kapılan ve özgüveni sarsılan İsviçre halkına, tam dişine göre bir düşman imgesi sundu. Zaten şaşkın ördeğe dönmüş olan İsviçreliler, öfkelerini dört minareden ve göze çarpmamak için çaba sarf eden bir avuç Müslüman kökenli göçmenden çıkardı. Yani İsviçreli Müslümanlar, kendi davranışlarının herhangi bir katkısının olmadığı bir durumda günah keçisi olarak seçildiler. Burada da görüyoruz ki, Avrupa ülkelerindeki Müslüman düşmanlığı, antisemitizm ile karşılaştırılabilecek karakteristiklere sahiptir.
İsviçre halkının çoğunluğu, bu referandumla özgürlük idesini ve insan haklarının evrensel ilkelerini ayaklar altına aldığını gösterdi ve Hıristiyanlarla Müslümanların barış içinde bir arada yaşamasının mümkün olmadığını vaaz eden Usama bin Ladin ile onun Batı’daki İslâm düşmanı muadillerinin dünya görüşünü devralarak bir dünya dinine karşı savaş ilan etti. Bu yüzdendir ki söz konusu olan, minareden daha fazla bir şeydir: Şimdi minare ise, arkasından sıra camilere ve nihayetinde orada yaşayan Müslümanlara gelecektir. Nitekim daha şimdiden bazı ırkçı partiler tarafından Müslümanların kitleler halinde Avrupa’dan sürülmesi bile dile getirilmeye başlandı. Minare yasağı için kampanya yürüten inisiyatifin temsilcileri, gelecekte cami ve İslami kültür merkezlerinin yasaklanması için de harekete geçeceklerini açıkça dile getirdiler. İsviçreli ünlü sosyolog Jean Ziegler’in dediği gibi “bir pogrom atmosferi hüküm sürüyor.”
İsviçre’deki tahrikin başarıya ulaşması, Avrupa ülkelerinde yaşayan Müslümanlara karşı saldırıların önümüzdeki dönemde artacağına işaret ediyor. Yani Avrupa’da yaşayan Müslüman kökenli göçmenlerin üzerinde kara bulutlar dolaşacak.
Bağlarken referandumun, Müslümanları provoke ederek Müslüman ve Batı dünyasını birbirine düşürme denemesi olduğunu da belirtmeden geçmeyelim. Referandumun etkileri, muhtemelen İsviçre sınırlarını aşacak ve Müslümanlar ile Batı arasında zaten mevcut olan kuşkuları giderek büyütecektir.

(6 Aralık 2009 tarihli Birgün gazetesinin Pazar ekinde yayımlanmıştır.)
http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1260111064&year=2009&month=12&day=06

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder