15 Ocak 2011 Cumartesi

Türklerin "entegrasyona direnmesi" üzerine

Almanya'da her yıl göçmenler hakkında birkaç ‘bilimsel' araştırma yayımlanması ve bu araştırmalarda ya Müslüman kökenli göçmenlerin ne kadar "kökten dinci olduklarının" ya da "Türklerin Alman toplumuna uyum sağlamada ne denli gönülsüz olduklarının" istatistiklerle ‘bilimsel' olarak kanıtlanması adettendir. Araştırma sonuçları, Alman medya ve kamuoyunda bu minval üzere tartışılır ve Türkiye kökenli göçmenlere münasip bir dille "Ya bu diyardan gidersiniz ya da yine gidersiniz"(!) mealinde ültimatomlar verilir.
Geçtiğimiz günlerde bu araştırmalardan biri daha yayımlandı: Berlin Nüfus ve Kalkınma Enstitüsü tarafından 26 Ocak günü resmi olarak açıklanan "Atıl potansiyeller - Almanya'da entegrasyonun durumu üzerine" başlıklı araştırmada öne çıkarılan en önemli sonuç, Türkiye kökenli göçmenlerin Almanya'daki bütün göçmen grupları içinde entegrasyon açısından en başarısız grup olduğuydu. Araştırmaya göre Türkiye kökenlilerin yüzde 30'unun hiçbir okul diploması yok ve sadece yüzde 14'ü Alman lise diplomasına sahip bulunmaktadır. Çalışma hayatında da Türkiye kökenliler, göçmen grupları içinde en başarısız grubu teşkil ediyor: Birçoğu işsiz, ev kadını oranı yüksek ve çoğu devletin ödediği sosyal yardımla yaşamını idame ettiriyor.
Araştırma kamuoyuna açıklanır açıklanmaz Alman medyasında ve siyasi çevrelerinde ‘Türklerin entegrasyonuna' ilişkin tartışmalar başladı. Her istatistiğin medya aracılığıyla siyasi hakimiyet kurma sürecinin bir parçası olduğu ve son araştırmanın uzmanlar tarafından sorunlu bir araştırma olarak değerlendirildiği gerçeği bir yana, burada öncelikle Almanya'nın Türkiye kökenli (buna ‘Müslüman' da diyebiliriz) göçmenler söz konusu olduğunda ‘entegrasyon' derken neyi kastettiği üzerinde durmak gerekiyor. Zira hem bu son araştırmanın hem de Almanya'nın ‘entegrasyon' politikalarının deşifre edilmeye değer oldukları aşikârdır.

‘Ne kadar kökten dincisin, Türk?'
Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde göç gerçekliği bugün "kültürler çatışması" paradigması bağlamında ele alınırken, Türkiye kökenli göçmenlere dair Almanya'daki tartışmalar ise şu iki bakış açısından doğru sürdürülmektedir: Dört bir yandan çok kültürcülüğe yapılan hücumlar ve Türkleri "kökten dinci olup olmadıklarına" dair sorguya çekmeler. Almanya'da Müslüman - daha doğrusu Türkiye - kökenli göçmenlerin durumu 11 Eylül 2001'den bu yana o denli kötüleşti ki, somut olarak suçsuz olduklarını kanıtlama baskısı altında olduklarını söylemek mümkün artık hale geldi.
Son yıllarda İslam'ın Batılı toplumlarda bir meydan okuma olarak algılandığı artık bir gerçeklik arz ediyor. İslam dinine aidiyet, Alman ve diğer Batı Avrupa toplumlarında toplumsal entegrasyonda bir dışlama kriteri haline geldi. Özellikle, Hazreti Muhammed'e küfür dolu hakaretler yağdıran ve Müslümanlara "Keçi si...ler" diye küfreden ikinci sınıf Hollandalı bir film yönetmeni olan ırkçı Theo van Gogh'un 2004 yılı sonlarında Amsterdam'da Fas kökenli fanatik bir genç tarafından öldürülmesinden bu yana, Almanya'daki Türkiye kökenli göçmenler güya "entegre edilmeye direndikleri" bahanesiyle yoğun toplumsal bir baskıyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu noktada Alman toplumu tarafından sürekli vurgulanan etnik ve kültürel fark sayesinde Türkiye kökenli göçmenlerin toplumsal entegrasyonunun baştan itibaren engellendiğini vurgulamak gerekiyor: Der Spiegelşerefini', " dergisi, Almanya'daki sayılarının 1973 yılında 1 milyona ulaşması sebebiyle Türkiyeli işçilere ilk kez kapak konusu olma ‘Türkler geliyor, kendini kurtarabilen kurtarsın" başlığıyla bahşediyordu (!) (Der Spiegel, 31.07.1973). 80'li yılların başında ise Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesi, Orta ve Doğu Avrupalı ile Türkiyeli "misafir işçiler" arasında "yabancılar ve fazlasıyla yabancılar" ayrımı yaparken, bu ayrım çizgisinin ‘Hristiyan Batı' ile ‘İslamî yabancı diyarlar' arasından geçtiğini dile getiriyordu (FAZ, 2.12.1982). Hâlâ gün geçmiyor ki Alman medyasında ‘Türkler' hakkında bu söylemlerden bile daha sert ifadelere rastlanmasın.

Pardon, ‘entegrasyon' dediğiniz nedir?
Alman resmi makamları 1960'lardan itibaren göçmenlerin Almanya'da entegre olmalarını bilinçli olarak engelledi. Almanya, entegrasyon yerine göçmenlerin tekrar ülkelerine dönmesi seçeneğine oynadı. Ancak 70'li yılların ortalarında en azından gençlerin ülkeyi terk etmeyeceği kesinleşince resmi makamlar ‘kültürel intibak' üzerine kafa yormaya başladılar. Bu dönemde belirli göçmen gruplarının "kültürel olarak asimile edilmesi" üzerine tartışmalar sürerken, ‘Avrupalı olmayan' gruplar - özellikle Türkiye'den gelenler - bu tartışmaların dışında bırakıldı. Yani Türklerin uyum sağlama bir yana, asimile olma ‘şansı' bile yoktu!
80'lerin başından itibaren ise "uyum sorunu" deyimi piyasaya sürülerek, göçmenlerin köşeye sıkıştırılması amaçlandı. Göçmenler, Almanya için ‘sorun' oluşturuyordu. Giderek artan sorunlar ise göçmen gruplarının sözüm ona ‘karakteristik özellikleri' nedeniyle onların hesabına yazıldı: "İtalyan söz konusu olunca maço olduğuna atıfta bulunulur. Yunanlıda eksik duygusal oryantasyona, İspanyolda geldiği yerden kopmaya direnme özelliğine ve Türk söz konusu olunca ise bunların hepsi artı yabancı bir dine ait olmasına gönderme yapılır" (Wolf-Dietrich Bukow).
Peki entegrasyon nedir ve Alman toplumu, göçmenleri - özellikle de Türkiye kökenli olanlarını - topyekûn entegre olmayı reddetmekle suçlarken entegrasyon kavramından ne anlamaktadır?
Entegrasyon kavramı, Almanya'da tek taraflı olarak ‘kültürel sorunlar' bağlamında kullanılır. Halbuki entegrasyon, etnik bir çerçeveye indirgenebilecek bir süreç değil, bilakis her iki tarafın da katılmak zorunda olduğu toplumsal bir süreçtir. Göçmenlik üzerine araştırmalarıyla tanınan Alman sosyolog Hartmut Esser'e göre, ayrımcılığa maruz kalmış olan azınlıkların toplumda iktidar ve prestijin paylaştırıldığı bütün mevki ve konumlara ortak olması sonucu etnik tabakalaşmanın ortadan kaldırıldığı koşullarda başarılı bir entegrasyondan söz edilebilir. Bu, aynı zamanda azınlıkların toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik kaynakları üzerinde söz hakkına sahip olması anlamına gelir.
Farklı etnik kökenlerden insanların bir arada yaşaması, ancak toplumun farklı kültürlerin eşit olarak bir arada yaşama ve karşılıklı etkileşim imkânlarının ana çerçevesini oluşturduğu ve yapısal eşitsizlikleri ortadan kaldırdığı koşullarda mümkün olabilir. Buna karşın Almanya'da göçmenlerin hem kamusal algıda hem de bilimsel araştırmalarda genellikle ihtilaf ve uyuşmazlık bağlamında risk olarak algılanması söz konusudur. Her şeyden önce Alman medyasında ‘yabancı' olan hâlâ "başka, aykırı, şiddete meyleden, suç işleyen, tehlikeli vb. sıfatlarla ilişkilendirilir. Bu da yeteri kadar tekrarlandığında genel bir doğru ve fiktif bir gerçekliğe dönüşür" (Erol Yıldız).
Almanya, resmi ‘entegrasyon politikası' olarak on yıllardır bir dezentegrasyon politikası sürdürmektedir. Göçmenler 50 yıldır Almanya'da yaşıyor olmalarına rağmen, hâlâ siyasi haklarından yoksundur. Özellikle Türkiye kökenli ve AB ülkeleri dışından gelen diğer göçmen gruplarından normatif bir ‘ulusal entegrasyon' talep edilmektedir. Oysa bu ‘entegrasyon talebi', özü itibarıyla asimilasyon talebinden başka bir şey değildir.
Alman medyasını ve kamuoyunu yönlendirme özelliğine sahip olduğu herkesçe kabul edilen Der SpiegelTürklerin entegrasyon sorunları' üzerine okuduğum bir haber-röportajda verilen " dergisinde 90'lı yılların ikinci yarısında ‘entegre olmuş bir Türk" örneği, Almanya'nın ‘entegrasyon' derken özünde neyi kastettiğini göstermesi bakımından karakteristiktir: "Hamburg'da yaşayan uzun yol şoförü C. başarılı entegrasyonun bir örneği. C. her akşam birasını içer. Domuz eti yer. Kızı sabaha doğru eve gelmesine rağmen babasından azar işitmez."
Bu örnekten anlaşılacağı üzere Almanya'nın ‘entegrasyondan' kastı, Türkiyeli/Müslüman kökenli göçmenlerin kayıtsız şartsız kapitülasyonudur. Almanya'da bir Türkiyeli'nin/Müslüman'ın ‘uyum' sağlayıp sağlamadığının ölçütü budur - yanlış anlamalardan kaçınmak için, alkol içmenin ve domuz eti yemenin bireyin kişisel özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini de belirtmeden geçmeyelim. Kaldı ki bütün bunları yapan Türkiyeli/Müslüman kökenli bir göçmenin yine de Almanya'da ‘entegre olmuş' olarak kabul edilmeyeceğini, olsa olsa ‘tahammül edilebilir biri' olarak görüleceğini de ifade etmek gerekiyor.

‘Parya' olarak Türkler
Fransız demograf ve tarihçi Emmanuel Todd, Fransız Ulusal Meclisi tarafından ödüle layık görülen Les destin des immigrés (Göçmenlerin Yazgısı) isimli kitabında, Almanya'daki Türkiye kökenli göçmenler için, bırakın entegrasyonu asimilasyondan bile söz edilemeyeceğini yazar ve toplumdan dışlandıkları tespitini yapar. Tüm olumsuzluğuna rağmen asimilasyonun belirli ölçüde bir kabullenme anlamına geldiğini vurgulayan Todd, Yugoslavyalı göçmenlerin Almanya'da asimile edildiğini bu bağlamda örnek olarak verir:
"Etnik bir azınlığın (Türklerin, K.Ö.) farklılığın mutlak sembolü olarak damgalanması, toplumda diğer bütün farkların silikleşmesine ve diğer azınlıkların egemen halkla eşdeğer ve asimile edilebilir olarak görülmesine olanak verir. Bir parya grubunun varlığı, egemen nüfusun kendi içinde eşit olduğu duygusunu edinmesine yol açar" (E. Todd, Das Schicksal der Immigranten [Almanca baskı], 1998, s. 19).
Türkiye kökenli göçmenlerin neden üstü kapalı sürdürülen asimilasyonun dışında bırakılarak, onlara ‘öteki' rolü biçildiği sorusuna ise Todd şu yanıtı verir: "Farklılığın bütün emareleri - fiziksel görünüş, antropoloji, din - Türklerin toplumdan dışlanmasının nedeni olabilir: Ama ağır basan emare üçüncüsüdür, yani İslam'a olan aidiyettir. [...] Anglosakson kültüründe tipik olan fiziksel etiketleme gibi Alman kültüründe de tipik olan dinsel etiketleme, İslam ile ideal bir karşıt (farklılık) bulmuştur. İslam dini, Katolik, Protestan ve Yahudi ayrımının yerini almak için uygun görünmektedir" (age, s. 243 vd).

Avrupa'nın istemediği dahilî Şark
Türkiye kökenli göçmenlerin ‘farklılığına' ve ‘kültür farkına' tekrar tekrar işaret edildiği kadar, Almanya'da yaşayan diğer hiçbir göçmen grubunun farklılığına işaret edilmez. Alman medya ve kamuoyunda etkin olan bakış açısı, özellikle Türkiye kökenli göçmenlerin başka bir kültüre ait oldukları için ‘sorun oluşturdukları' ve ‘buraya ait olmadıklarıdır'. Kültür, bu anlamda asimilasyon ya da entegrasyon modelinde kullanılan bir enstrüman işlevi görür. ‘Kültür çatışması' konsepti, Almanya'da hâlâ bilimsel söylemin göçmenlik üzerine birçok alanında hüküm sürmektedir. Sosyal bilimlerin ‘yabancı' söylemi, biyolojik ırkçılıktan hiç de geri kalmayan kültürcü bir bakış açısına sahiptir.
Hasılı kelam Alman siyaseti ve kamuoyu için entegrasyon lafta kalırken, "Türklerin/Müslümanların entegrasyona direnmelerinden" ve "uyum sağlama yeteneksizliklerinden" şikayet edilir. Bu şikayet, Müslüman kökenli göçmenlere karşı Alman toplumunda giderek artan tahammülsüzlükle malûl olan dinsel-ideolojik dışlama eğilimiyle at başı gitmektedir.
Almanya'da son yıllarda Türkiye/Müslüman kökenli göçmenlere karşı giderek artan ve sosyal bilimlerce de teorik argümanları imal edilen bu tahammülsüzlüğün asıl nedenini, AB sürecinde bir Avrupalı kimliği oluşturma çabalarında aramak gerekir. Almanya'nın başını çektiği AB'nin içinde bulunduğu söz konusu bu kendini tanımlama sürecinde, Şark'a daha doğrusu Müslüman Doğu'ya ‘dışarıyı' oynama rolü biçiliyor. Toplumsal kimlik tasarımları, ‘ötekini' reddetme ve dışlama üzerinden oluşturulduğundan (M. Foucault), henüz daha sınırları tam belirlenmemiş Avrupalı ‘biz'in tanımlanması için, Müslüman - Almanya özelinde Türkiyeli - göçmenler kendilerine ‘öteki' rolü biçilerek ötekileştiriliyor. ‘Öteki' ve Müslüman ‘dışarının' karşısına, kendisini ‘Hristiyan Batı' ("christliches Abendland", Alm.) aidiyetinde bulan yeni ‘bir şey', bir oluşum konuluyor.
Hristiyan Avrupa' kimliğini ‘öteki' rolü verilen Doğulu ‘dışarının' üzerinden tesis etme projesi, Müslüman kökenli göçmenlerin de bu süreçte ‘Hıristiyan Batı' için tehlike oluşturdukları kabulünden yola çıkıyor. Almanya'da ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde bilhassa son yıllarda sistematik bir tarzda hayata geçirilen ve anti-İslamcı ırkçılığı da terkisine alan Türkiye/Müslüman kökenli göçmenlere karşı yürütülen politikalar, Avrupalı kimliğinin oluşturulmaya çalışıldığı AB sürecinde entegre olmuş ve belki de melezleşmiş (hybrid) dahilî bir Şark'ın mevcudiyetinden duyulan rahatsızlığın tezahürüdür. Alman kamuoyuna sunulan bu son ‘bilimsel' araştırmayı da bu genel çerçeve içinde değerlendirmek gerekiyor.

(Bu yazının kısaltılmış hali "Türklerin entegrasyona direnmesi" başlığıyla 25 Şubat 2009 tarihli Taraf gazetesinde yayımlandı: http://taraf.com.tr/haber/28581.htm)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder